1 Temmuz 2004 Perşembe

KURAMSIZ KALAN SOL

Ülkemizde nicedir solun bölünmüşlüğünden yakınır yazarlar,düşünürler,araştırmacılar;sanki bu yapı salt bize özgüymüş ve Ahmet ya da Mehmet’e bağlıymış gibi.
Oysa,görebildiğim kadarıyla,bu dağınıklık,daha doğrusu yapısızlık,örgütsüzlük çok daha yaygın,küresel.
Temelinde de,kanımca,düşünsüzlük,öğretisizlik,kuramsızlık yatıyor.
1989’da Berlin Duvarı’nın,gizlediği bütün o sanal yapıyla birlikte çöküşüne dek,elde bir dayanak,sağlam bir kuram varmış da uygulaması kötüymüş sanıyordu toplumcu dünya görüşüne inananlar da karşıçıkanlar da-üstelik bu sonuncuların belki de işin aslını bildikleri bile düşünülebilir.
Ama o günden beri artık daha hakça,daha insanca bir dünyaya inanan,bu uğurda savaşan,onu yaratmaya çalışan kalmadı,en azından devletler düzeyinde.
Geçen yüzyılın başlarında Lenin’le Mustafa Kemâl’in ezilen halklara bakışları çakışmamış olsaydı,Anadolu’daki son Türk devleti Kurtuluş Savaşı’na girişebilir,bunu kazanıp inanılmaz devrimleri gerçekleştirebilir miydi?
Bugünse,20.Yüzyıl boyunca nöbetleşe devrimin Mekke’si sayılan Moskova’dan da,Pekin’den de en küçük bir ışık,çağrı gelmiyor binlerce yıldır düşlenen hakça,insanca,barışçı dünyanın oluşturulması yönünde.
Aslında biliyorsunuz,bütün bu çağrıların kaynağı Batı başkentleriydi yüzyıllar boyunca,Paris’ti,Berlin’di,Viyana’ydı,Londra’ydı;şimdi oralarda derin bir sessizlik egemen:sanal toplumculuk özleminin buharlaşmasından sonra,herkes anamalcı-ataerkil düzensizlik’e bütünüyle teslim olmuş durumda.
Ortada gözüken,işitilen biricik ikincil irdeleme,bu tartışmasız kabul edilmiş yöntemin kimin,hangi birey ya da örgüt tarafından daha verimli uygulanabileceği konusunda.
Oysa,asal çelişki yerli yerinde:dünya üzerindeki insanlar,şimdiki TÜKETİM İÇİN yaşama biçimini sürdürebilirler mi?bu heves evrenin temel yapısına uygun mu?
Toplumcu dünya görüşünün öncüleri,yaşadıkları yüzyılda,evrensel enerjinin insan emeğiyle simgesel bir değer,para biçiminde birikip dağılmasında toplumsal sınıfların belirleyici olduğunu düşündüler;kuramlarını bu saptama üzerine oturttular;o günden beri de ilericiler bunu benimseyip savundu.
Ama aradaki toplumsal,devletsel denemeler gösterdi ki,sınıflı açıklama yetmiyor,yetmedi:derebeylerinin yerine kentlileri,onların yerine de İsa’ya tapınırcasına kol emekçilerini geçirmeye kalkıştığınızda,hastalık eriyip gitmedi:artıdeğer,siyasal erk özlemi ve bunların kötüye kullanılması eski gibi sürdü.Çünkü,işin temeli,on binlerce yıl önce,doğanın,evrenin asal yapısına uygun anaerkil düzenin yerine aklınıza gelen bütün simgeleriyle ATAERKİL zorbalığı,düzensizliği benimsemişseniz,kurmayı düşündüğünüz,düşlediğiniz bütün ülküsel yapıların temel taşı,yaratıcısı,uygulayıcısı olacak insanın kafasındaki ve elbet davranışlarındaki öğreti aynı kalır,kaldı da.
20.Yüzyılın ikici yarısında bütün bilim dallarında,özellikle dirimbilimde (biolojide) ulaşılan bulguların ışığında,evrensel enerjinin biçimlenmesinde sınıf kavramının hiçbir ağırlığının bulunmadığı;asıl ortak paydanın canlılık olduğu,hiç değilse küçük bir azınlık tarafından görüldü;ama görülmesi,paylaşılması anlamına gelemedi,gelemiyor:çünkü şimdiki sağlıksız düzensizliği sürdürmek isteyen gözü dönmüşler,ellerindeki bütün iletişim-etkileme araçlarıyla bunun tersini yayıyorlar.
Yukarıda değindiğim gibi,ne Moskova’dan,ne Pekin’den bunun dışında bir söz,bir öneri,bir davranış geliyor bugün:olanca güçleriyle G 7’leri anamalcılıkta,tüketim için tüketimde,silahlanmada,çevreyi kirletmede yarışıyorlar.
Bu yarış kazanılır mı?kazanılsa neye yarar?
Fransız bilimadamlarından Henri Laborit,yapıtlarından birinde:”uygarlığın yeniden tanımlanmasının zamanı geldi” diyordu;bu uyarıyı dinlemeye vaktimiz olacak mı acaba?
Müdafaa-i Hukuk, Temmuz, 2004, s. 70

1 Haziran 2004 Salı

TRUVA ATI

Aslında son derece yaşamsal,yazgısal günler,olaylar yaşıyoruz.ama can gözümüz kör,can kulağımız sağır olduğu için,büyük çoğunluk hiçbir şeyin ayrımında değil;olanlarsa,hep birlikte bindirildiğimiz hızlı treni durdurma gücünden yoksun:hep birlikte,şimşek hızıyla uçuyoruz granit dağa doğru.
Değerli bir dostum yine çok uyarıcı bir ileti yolladı;son kez 1923’te, sayısız insanın kanı canı pahasına son anda geri alabildiğimiz yurdumuzun can evinden pençelerini hiç çekmemiş azgın sömürücü-buyurucuların içerdeki uşakları aracılığıyla yürüttükleri dinci yapılanma ve örgütlenmeyi anlatıyor.
Öteden beri en çok özlediğim,beğendiğim yöntem uygulanmış bu iletide:somut sayılar,bilgiler verilmiş,ya da anımsatılmış.Şimdi bunlara bir göz atalım:
İlk İmam Hatip Lisesi’si,Köy Enstitüleri’ni önce açıp sonra kendi eliyle kapatan İsmet İnönü açmış,1949’da.
Menderes,51-59 arasında,ancak 19 tanesini açabilmiş-daha acemiydi besbelli!
27 Mayıs’tan sonra işbaşına getirilen İnönü,62-63 arasına 7 açılış sığdırmış.
Demirel,ilk gelişinde,65-71 arasında,49 yuva kurmayı başarmış.
Ecevit,hani şu kadayıfın altına bakanla ortaklığı sıkıntısızca içine sindiren;ünlü Ortanın Solu yutturmacasının yaratıcısı ,şaşmaz,sapmaz,yılmaz laik (!) demokrat Ecevit,ilk koltuğa kuruluşunda tam 29 kez yumurtlamayı bilmiş.
Demir yürekli köy çocuğu,ikinci gelişinde,75-78 arasında,28 çift sarılı yumurtlamış.
Almış Ece,78-79 ıkınması,4 tanecik.
Ardından en Atatürkçü darbeciler;folluğu bir güzel kurtarmışlar bitlerden pirelerden;tertemiz yuvaya Özal çöreklenmiş:84-89 arası,tam 90 kez maşallah!
Ülkemizin en Mutlu başbakanı,90-92 arasında,ustasına yakışan bir başarıya ulaşmış:23.
Sağcıların bir tek sineği bile öldürmediğine bütün gövdesini basan yenilmez yutulmaz Amca Bey,92-94 nöbetinde azıcık çekimser davranmış:12.
Gözünün sivri bebeği Çilli kızı,babasını ancak bir sayı geçebilmiş 94-95 arasında:13.
Sonra yürütmenin başına gelenler,95-97 arasında,onların açığını bol bol kapatmışlar:74.
Truva deneyimi boşu boşuna bu topraklarda yaşanmamış elbet:o kurnazlığı akıl edenler bunu akıllarından bir an bile çıkarmamışlar yüzyıllardır;ve Mustafa Kemâl’in dışında,uykuda bastırılanlar,bir kez bile bu oyunu bozmayı başaramamışlar.
Truva Atı bu kez yeşile boyanmış olarak salındı içimize;en allı pullu,en sevecen,en sümüklü lâflar eşliğinde;zaman zaman bunların dışındaki sözler de yansıdı gazetelere,televizyonlara;ama koskoca Anadolu halkını yılan gibi kıvır kıvır oynatmaya karar vermiş olanlar,zurnalarıyla.”Yoo,hayır,bu görüp işittiklerinize inanmayın;bunlar düzmece” havasını çaldılar;görünen,havanın tuttuğu.
Şimdi de bu yeşil cübbeli,yumuşacık sözlü,gözü yaşlı örgütlenmenin nasıl donandığını görelim:
167 yayını;2561 derneği;316 vakfı;1757 dershane ve okulu;578 pansiyon ve kursu;178 tecimsel kuruluşu var.
2003-2004 öğretim yılında,536 İmam Hatip Lisesi’nde 16 000 öğretmen çalışmış,105 000 öğrenci okumuş.
24 İlahiyat Fakültesi’nde 823 öğretmen görev yapmış,9970 öğrenci okutulmuş.
Lise öğrencilerine sormuşlar,okulu bitirince nerede görev almak istiyorsunuz diye,yanıtlar şöyle:
Ancak %20’si din adamı olmak istiyor;%37’si kamu yönetiminde çalışmayı,%28,2’si de özel kesimde iş bulmayı umuyor.
Bunlar eğitim alanındaki sayılar;uzantısını,dallarını budaklarını hem genel,hem yerel seçimlerde gördük;dinci yapılanma ve örgütlenmeye dayalı yaşamı savunanların oyları gözümüzün önünde,görmeye razı olursanız elbet.
Bir tek,Atatürk’ün ordusundan kimi komutanlar,zaman zaman:Türkiye bir İslam Cumhuriyeti değildir,olmayacaktır;o,demokratik,laik bir hukuk devletidir,öyle kalacaktır diyebiliyorlar.
Bütün varlıkların en doğal,evrensel hakkının;evrenin bütün öbür öğelerine bağlı,bağımlı kalarak yaşanacak görece özgür,mutlu,sağlıklı,bilgili ömür sürme hakkının nasıl bir cehennem kazanına daldırıldığını;sonra,insanlara dönüp,hadi gidin,sıkıysa onu oradan alın! Dendiğini görebiliyor musunuz bilmem?
Ve bu,canı da içinde,hiçbir şeye sahip olamayacağını unutmuş;geçici varlıklar olarak bize bırakılanın yalnız duyularımızla algılayacağımız,beynimizde canlandıracağımız coşkular,hazlar olduğunu hiç öğrenmemiş,bundan sonra da öğrenemeyecek bir avuç DOYUMSUZUN yüzünden böyle!
Müdafaa-i Hukuk, Haziran 2004, s69.

1 Mayıs 2004 Cumartesi

AVRASYA GERÇEK Mİ?

Nesini söyleyim cânım efendim
Gayri düzen tutmaz telimiz bizim

diyordu halk ozanı Ruhi Su’nun sesinden;bugün dünyanın ve yurdumuzun durumu ancak bununla anlatılabilir.
Sözümona halkın oylarıyla yürütülen bugünkü siyasal-toplumsal düzensizlik,aslında,biliyorsunuz,eldeki inanılmaz koşullandırma-yoğurma araçlarıyla oluşturulan temel üzerinde duruyor.
Bu temelse,erkeğin kadından başlayarak bütün insanları egemenliği(?),buyruğu altına başladığı günden beri bin türlü biçimiyle sürdürülen ataerkil zorbalık’tır.
Sözkonusu zorbalık,evde babanın,toplumda devletin,dünyada da bütün dünyayı sömürerek palazlanmış şımarık varsılların buyurganlığı olarak yaşanıyor,yaşatılıyor.
Yüzyılın başında,Anadolu’daki Kurtuluş-Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılması,Lenin’le Mustafa Kemâl’in,tam o sırada aynı yöne bakıyor olmalarının armağanıdır.
Bugünkü küresel sorunlar da,o bakışın yitirilmiş olmasının sonucu.
Uyduruk seçimlerden sonra Amerika’da ya da bizde,sandık başına gitme zahmetinde bile bulunmayan milyonlar da,gidip Fenerbahçe ya da Beşiktaş’a tutkuyla oy verenler de,Ahmet’i ya da Mehmet’i gırtlağından kavrayıp itin orasına sokarak rahatlama kolaylığındalar.
Oysa düşlenen toplumcu düzen ancak on bin yıllık ataerkil kafa yapısı’nı değiştirerek kurulabilirdi; 20.Yüzyıl’ın başında köylülerin çoğunlukta olduğu Çarlık Rusyası’nda da,başka bir yerde de bu olanaksızdı elbet;SSCB’nin başına geçenler,ne yazık ki Castro’nun bildiklerini bilemedikleri,bilemeyecekleri; kurulan baskıcı yönetimi eleştirmeye kalkışan herkesi halk düşmanı ilân edip yaka paça toplama kamplarına göderdiği ya da ekin biçer gibi taradığı için,gerekli kafa eğimi gerçekleştirilemedi;tersine,anamalcı düzenle,onun minderinde,kazanılması olanaksız bir güreşe tutuşuldu:sanayileşme,silahlanma.
Bunun sonuçlarını hep birlikte yaşadık,yaşıyoruz.
Şimdi,aslında,toplumcu öğretinin büyük ustalarının öngördükleri aşamadayız:anamalcı düzensizlik,tüketimin sınırsız pompalanmasına dayalı bu usdışı yapıyı ayakta tutabilmek için,gözü dönmüş boğalar gibi her yere saldırmakta;izin verildiği sürece de saldıracak.
Güzeller güzeli Mustafa Kemâl, daha 1930’da,hem bizim,hem de bütün öbür geri bıraktırılmışlar için,kurtuluşun Avrasya Kümeleşmesi’nde olduğunu görmüş,dile getirmiş;ama gel gör beni televole n’eyledi:ne o gün,ne bugün bu yalın,kaçınılmaz adımı atacak kafada insan yokmuş,yok.
SSCB,benimsediğini ileri sürdüğü toplumcu öğretiye uygun davranıp daha o yıllarda Çin’e,orada ayaklanan köylülerin önüne düşen Mao’ya gereken desteği verebilseydi,bütün insanlığın yazgısı değişirdi.
Hadi o günden vazgeçtik;peki,anamalcı saldırganların üstelik açık tasarı ve uygulamaları karşısında,ağızlarda dolaşan Avrasya Birliği’nin gerçekleştirilmemesinin önünde hangi engel var dersiniz?En büyük engel:ataerkil kafa yapısı.
Ancak,hem Rusya’dan,hem Çin’den bu yönde adım atıldığını duyuran en küçük bir bilgi gelmiyor;tersine,herkes doludizgin anamalcı öğretinin verdiği dersi izliyor:geçen gün Pekin’de yapılan uluslararası moda gösterisi çok iç karartıcıydı.
Ne demişti sevgili Atatürk? “Kadınları okutmayan toplum,erkeklerini duygusal-düşünsel yalnızlık cezasına çarptırır.”Bu ceza,dünya çapında sürüyor,görünüşe göre daha epey sürecek.
Oysa,kadın erkek arasındaki asal ilişki,cinsel eşitsizlik düzeltilmeden;bunun için beşikten gömüte eğitimin bütün kavramları,yalanları,masalları silinip atılmadıkça,uyduruk seçimlerde arasıra şu ya da bu ülkede yürütmenin başına bir kadın da getirilse,bu hanım,sayısız örneği görüldüğü üzere,erkekten beter ataerkil kesilip insanlığın anasını da babasını ağlatacaktır.
Dolayısıyla,söylencelerin rahatlığında horlamak istemeyenlerin artık kurtuluşun,barışın olumlu anlamda küresel olduğunu bir an bile unutmamaları;yazılarında,konuşmalarında,daha da önemlisi günlük davranışlarında buna göre davranıp çalışmaları gerektiği inancındayım.
Olur mu dersiniz?Bilemem;bildiğim,evrenin temel yasası etkiye tepkinin,eytişimin kesintisiz yürürlükte olduğu;belki o bizi,eriyip gitme tepkisi yerine,özümüzü anımsayıp dirilmeye götürür.
Müdafaa-i Hukuk, Mayıs, 2004 , s. 68

1 Mart 2004 Pazartesi

VAROLMAK-SAHİP OLMAK

Wilhelm Reich,1897’de Galiçya’da doğmuş bir çiftçi çocuğudur;Mûsa’ya inananlardandır;Viyana’da tıp okumuş,önce Freud’un,ardından Marx’ın enerji kuramlarını öğrenip benimsemiş,bu ikisinin aslında varolan tek enerjinin,evrensel yaşam enerjisinin (orgonun) işleyiş düzenini,işlevlerini bulgulayıp dile getirmeye çalıştıklarını erken yaşta kavramış,sonra bütün ömrünü yeryüzünde olup biteni bu iki temel öğreti ışığında açıklamaya harcamıştır.
Dolayısıyla,canımızı üç temel işleve oturtmuştur:sevmek-sevişmek,çalışıp üretmek,bilgi edinmek-üretmek.
Bu üç işlevi art arda,iç içe yapabilen insan,tıpkı bütün öbür canlı kardeşleri gibi,hani şu ağzımızdan düşmeyen sonuca,mutluluğa kavuşabilir,demiştir.
Bu dengeyi yakalayabilmenin temel koşuluysa,beden ve beynimizdeki evrensel yaşam enerjisinin,öbür iki asal işlevden de önce,üreme örgeni aracılığıyla tüketilmesi,boşaltılmasıdır,demiş.u işleve de örgensel boşalma adını vermiştir.
Marx’ın tutumbilimsel (iktisadî) terimiyle yeniden yaşamın,evrenin sürmesine harcanması gereken artı-değer’in bu dizgedeki kardeşi olan artı-dirimsel enerji bu yolla tüketilmezse,insanın beyninde ve bedeninde kargaşa doğuyor,düzenli düşünüp davranamaz oluyor:buna da coşkusal(duygusal)vebaya yakalanmak,demiş.
Duygusal vebaya yakalanmışların başında,lâf ebeliğiyle insan kardeşlerini de,kendilerini de kandırmaktan başka bir iş beceremeyen,ömür boyu bu çok tehlikeli,öldürücü işlevi sürdüren siyaset cambazlarını anmıştır.
Çevrenize,bütün dünyaya bakın,şimdi çektiğimiz sıkıntıların önünde de sonunda bu vebalıların çevirdikleri dolaplar,yarattıkları sorunlar yok mu?
Dolayısıyla,yeryüzünden,insan yaşamından bu akıldışı,evrendışı işlevi,siyaseti kaldırmadıkça;onun yerine,Reich’ın deyimiyle emeğe dayalı halk yönetimini geçirmedikçe,tek tek vebalılara,Hasan’a,Hüseyin’e saldırmanın hiç yararı yok:hekim olarak,hasta olduktan sonra değil,olmadan, koruyucu hekimlikle önlem almaya önem vermiş;insanlığın gün geçtikçe başının tam anlamıyla belâsına dönüşen kanseri önlemenin yollarını aramış,çok önemli önerilerde bulunmuştur daha 30’larda,40’larda.
Ama çılgın tüketim trenine binmiş,bindirilmiş insan kardeşlerini bu önerileri dinlemelerine,hele uygulamaya koymalarına o gün de olanak yoktu,bugün de.
Dolayısıyla,hep birlikte,korkunç bir hızla Himalaya’dan çok daha yüksek yanılsama dağına doğru uçuyoruz trenin içinde:dağ sanal,ama çarpma korkunç olacak;ancak ondan sonra,Pir Sultan’ın dediği yaşanacak,fırsat olursa:kalan sağlar,evrenin temel yasalarına uygun yaşayacak,öbür canlı-cansız varlıkların da yaşamasına izin verecek.
Reich’ın yukarıda andığım üç temel işlevle yaşama denklemine,çağımızın dürüst kalabilmiş Fransız düşünürlerinden Albert Jacquart daha yalın bir anlatım getirdi;yaşarken elimizin altında iki temel edim var:varolmak,sahip olmak. Sahip olma yalnız sözcük olarak işe yarar,bileşik zaman yapmaya yarar;canınız da içinde,hiçbir şeye sahip olamazsınız;hepsini evren size belli bir süre için ödünç vermiştir;o süre boyunca kullanıp geri vereceksiniz,der.Tıpkı bizim güzelim atasözü gibi:dünya malı,dünyada kalır.
Size düşen,adam gibi,karaca gibi,amip gibi,yıldızlar gibi,alçakgönüllüce VAROLMAYI başarmak,başarabilmektir,diye ekler.
Çok güzel,çok doğru elbet!
Ama tek koşulla: coşkusal vebaya yakalanmamışsanız!
Oysa,başta siyaset cambazları,sihirli flütleriyle öne düşüp uçuruma koşturdukları yığınlar, vebalı olduklarını hiç bilmiyor,kabul etmiyorlar ki!
Geriye,günün birinde insan denen varlığı oluşturmuş bulunan evren anamızın bu kaçık yaratığı ve üzerinde yaşadığı gezegeni bu hâlleriyle saklayıp saklamamaya karar vermesi kalıyor.

Müdafaa-i Hukuk, s.66, 1.3.2004.

1 Şubat 2004 Pazar

OSMANLICA’YI SAVUNMANIN DAYANILMAZ ŞAŞKINLIĞI

Yakından ilgilenenler biliyordur,Atatürk,daha genç yaşta maddeyi tanımak gerek demiş;madde,başka bir deyişle evrendeki her şeyin temeli olan enerji’nin görünür hâle gelmiş biçimi.
Çağımızın bilimi,ruh,gönül,vicdan gibi soyut kavramları 1950’lerde yele verip onun yerine somut bilgileri,dirimbilimi,güdümbilimi falan geçirmeye başladı.
Bu bilimler,bütün öbürleri gibi, kavram dizilerini sözcüklerle anlatır;burada temel sözcük,enerjinin görünmeyen hâlden görünür hâle gelişini dile getiren Fransızca information’dur;açarsak,biçimlenme,bir biçime girme çıkıyor ortaya;aynı zamanda,o biçimin yönergesini taşıyan bilgi,haber.
Herhangi bir yapının oluşup ayakta durabilmesi için benzeşik öğelerden oluşması,başka bir deyişle tutarlı olması gerekiyor;yoksa yapı dağılıyor,öğeler dağılıp yeniden kendilerini oluşturan evrensel enerji okyanusuna dönüyorlar .
Bu temel bilgilerden yoksunsak,bütün öbür yapılar gibi bir yapı olan dil’i kavrayamıyor,onun keyfi bir şey olduğunu sanıyoruz kaçınılmaz olarak.
O zaman da,tek tek her sözcüğün bellenişi sırasında yaşadığımız öznel,duygusal deneyime göre,dil karşısındaki tutumumuz ister istemez öznel,duygusal oluyor.
En büyük tehlike,bu öznelliği nesnel,evrensel doğru sanma yanılsaması.
Atatürk’ün Cumhuriyeti oluşturan devrimleri tutarlı bir yapının ayrılmaz parçalarıydı;içlerinden birkaçını alıp kimisini atamazsınız:hele dil devrimi işin özüdür,Anayasası’dır.
Oktay Sinanoğlu,Metin Aydoğan,Cengiz Özakıncı,Çetin Yetkin gibi araştırmacı yazarlar,Cumhuriyet denen yapının nasıl oluştuğunu,nasıl savunulması,yaşatılması gerektiğini en ince ayrıntılarıyla özetliyorlar yapıtlarında.
24 saat aralıksız,yüzyıllardır sürdürülen yaymaca sonucu,parçalanıp yutulmak istenen ulusların çimentosu olan dilsel-düşünsel birlikten başlanıyor işe bugün yutup sömürmeye.Üstelik,zehrin üstü her zaman çok cicili bir şekerle kaplanıyor:küreselleşme.
Bunları söylemek gerçek okur-yazarlar,aydınlar için ayıptır,ama karman çorman bir dili savunan,inatla sürdürenler şöyle dönüp bakmıyor,bakamıyorlar:göklere çıkardıkları ,sömürgeci Batı devletleri,kendi dillerinde aynı sorunla boğuşmuyor mu? Almanya,Fransa,Amerikanca’nın çürütücü saldırısı karşısında,yıllar önce,kendi dillerini,kendi terimlerini korumak üzere yasalar çıkardılar.Gerçi,hani şu moda dediğimiz,aşağılık duygusunun canlı simgesi özenç yüzünden,bu alanda yasa masa kâr etmiyor,saldırı ve bulaştırma sürüyor,ama eğer gerçek bir aydınsanız dönen oyunları,tepede dolaşan tehlikeyi unutamazsınız.Kendi dile getirdiği doğruya döneklik edip karman çorman bir dil kullansa da,Sayın Sinanoğlu’nun kitaplarında bu konunun bütün ayrıntıları var.
Oysa,Kâzım Mirşan’la Halûk Tarcan,yıllardır,sömürgen Batı’nın ortalığa yaydığı bütün çarpıtmalara karşın,yeryüzünde ilk abecenin Türkler tarafından kullanıldığını belgeleriyle kanıtlıyorlar kıyılarda köşelerde gizli tutulan yapıtlarında.
Bir noktayı anımsatmama izin verin:Latince’nin halk dillerine dönüşmesine en amansızca kim karşı çıkmıştı? Ayrıcalıklılar,toplumun öbür kesimlerini sömürenler,evren durdukça sömürmek isteyenler:başta din adamları,askerler,hukukçular,yasaları yapanlar.Ve elbet bunların kuyruğuna takılıp birkaç kemik bekleyenler.
Azıcık dirimbilim öğrenmeye başlarsanız,evrenin,aslında oluşturduğu yapıları küçük eklemelerle hemen bütün varlıklarda koruyup sürdürdüğünü görürsünüz;ve bu yapılar alabildiğine yalındır,güneş enerjisi gibi.
Zaman zaman şu saçmalığı yineler kafası karışıklar:bilmem hangi dil,yüzyıllardır değişmemiştir;gelen her kuşak öncekilerin dilini şıp diye anlar.Tepeden tırnağa yalan,düzmece,kandırmaca bu lâf!
Hiçbir İngiliz Shakespeare’i,hiçbir çağdaş Fransız Montaigne’i özgün diliyle okuyup anlayamaz,güncel dile çevrilmeleri gerekir.
Ama hekimlerin,papazların Latince’yi inatla sürdürmeye çalışmaları gibi,kör edesi küçük çıkarlar,ve onların altında yatan korkunç aşağılık duyguları, dupduru toplumsal ilişkilere,onları anlatacak pırıl pırıl dile izin vermiyor .
Evrenin özüne aykırı bu toplumsal yapı,sanırım ancak büyük bir sarsıntıyla yıkılıp yerine yenisi kurulabilecek.
Müdafaa-i Hukuk, Şubat 2004, s. 65

1 Ocak 2002 Salı

DÜNYA ANACONDA’YA YEM OLACAK MI?

Erol Bilbilik’in Aydınlık’taki yazılarını okuyor musunuz? İki haftadır bu konuyu işliyor:ABD,Orta Asya’daki enerji ve hammadde kaynaklarını ele geçirebilmek için,Balkanlardan başlayıp Kafkasları,Ortadoğu’yu,o arada elbette Türkiye’yi içine alan bir kuşatmaya girişmiş;bu yörelerdeki ülkelerde iyilikle,hileyle ya da kandırarak üsler sağlamaktaymış.
Bu irişime taktığı ad da çok fiyakalı: Anaconda. Bu bir yılan,kurbanını kıvrımları arasına alıp sıka sıka un ufak ediyormuş! Breh breh! Adamların öbür insan kardeşlerine bakışına bakın!
Evrim tarihini okumuşsanız,şunu biliyor olmanız gerekir:evrim boyunca canlılarda oluşan üç beyin de insan beyninde alt alta durur:en altta timsah beyni;onun üstünde,çevresinde,maymun beyni;en üstte,özellikle alın ve şakaklarda,tüysüz maymuna,insana özgü olması gereken yumrular.Bu son kesim,düşgücünü,yaratıcılığı,dili barındırıyor.
Şimdi birileri çıkıp hepimizi yeniden timsah ya da onun ayaksız kardeşi yılan aşamasına döndürmek istiyor.Hani o kabara kabara övündükleri bilimsel-uygulayımsal ilerlemenin son aşaması besbelli .
Ama insanlığın,o arada dünyanın kara yazgısı aslında 20.Yüzyılın başında,toplumsal dönüşüme girişildiğinde çizilmiş:Çözüm,yaşama biçimini değiştirerek değil,işbaşındakileri değiştirerek arandığında.
Nitekim,Çarlar devirenler,işçi sınıfını egemen kılıyoruz derken,yapa yapa eğitilmemiş milyonları bir köşeye atarak,bir avuç küçük kentliyi karar ve yönetim noktalarına getirmiş.Onlar da,toplumculuğun büyük kuramcılarını yeterince sindiremedikleri;hele hele sorunun sınıfsal değil,bir bakıma türsel,insana özgü olduğunu bilmedikleri için,ülküsel insan saydıkları kol emekçilerinin yerine kararlar almış;savaşın da,sevişmenin de eller ayaklarla,üreme örgenleriyle değil beyinle yürütüldüğünü seve seve unutmuş,gözlerinin önündeki parlak örnekle yarışa girişmiş,yatırımı insan eğitimine,başka insanlar yetiştirmeye,kafaları kökten değiştirmeye değil,silahlanmaya,sanayileşmeye,uzay yarışına girişmişler.
Sonucu biliyorsunuz.
Oysa neydin Stalin’le Mao’nun paylaşamadıkları? Neden el ele verip anamalcılık denen şu vebayı yeryüzünden silemediler? Wilhelm Reich, çok haklı ve acıklı olarak,SSCB’de sürdürülen üretim-yönetim biçimine Devlet anamalcılığı dediğinde yığınla sözel fırtına koparılmış.Oysa bu uyarıyı ciddiye almak,yanlış yoldan dönmek, yeni insanı yoğurup oluşturmaya girişmek gerekiyordu.
Fırsat işte o zaman korkunç biçimde kaçırılmış.
Peki aradaki iki Dünya Savaşı’na,milyonlarca insanın kıyımına,kim bilir kaç canlı türünün kökünün kazınmasına karşın,akıllar başa geldi mi,geliyor mu?
ABD,şimdi artık,Berlin Duvarı da yerle bir etmiş olmanın verdiği övünçle,hiç utanıp sıkılmadan,açıkça söyleyip anlatıyor yapacaklarını.
Peki,Anaconda’nın kıvrımları arasına almayı tasarladığı ülkeler ne yapıyorlar? Avrasya Birliği gerçek bir amaç mı? İnsanlar,ülkeler,uluslar tehlikenin insan soyunu çoktan aştığını,bütün canlıları kapsadığını gerçekten canlandırabiliyorlar mi zihinlerinde?
Savaş,o zaman da sınıfsal değildi,şimdi de;ülkesel,ulusal da değil:küresel.
Ya,şu körolası tüketim hazlarından vazgeçip tutumlu,planlı,imeceli yaşamaya razı olacağız;ya da hepimiz Anaconda’ya dönüşüp kendi kemiklerimizi kıra kıra güzelim mavi gezegeni canlı barındırmaz duruma getireceğiz.
Sonucu çok kesin bir sınav.
Müdafaa-i Hukuk, Nisan 2004, s. 67